3. BÖLÜM
EMPERYALİZMİN DÖNÜŞÜ
Milli Şef-Amerika-Çok Sağ Partili Sistem
BEDBAHT HAYVANLAR
Karşı Devrim, Mustafa Kemal’in sağlığında dahi sinsi sinsi filiz vermeye
başlamıştır. Her başkaldırışında ezilmesine rağmen bıkmadan usanmadan
mücadelesine devam etmiştir. Mustafa Kemal’in ölümünün ardından meydanı
boş bularak fütursuzca her yeri sarmıştır.
Mustafa Kemal düşmanın yalnızca ülkeden kovulmasıyla bağımsızlığın
kazanılamayacağının bilincindeydi.
Tam bağımsızlık, bizim bu gün üzerimize aldığımız görevin özüdür. Bizden
öncekilerin yaptıkları yanlış işler yüzünden, ulusumuz sözde bağımsızdı,
ama gerçekte bağımlı bulunuyordu. Tam bağımsızlık demek; elbette siyaset,
maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi konularda tam bağımsızlık
ve özgürlük demektir.
Bu saydıklarımın her hangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk ulusun ve
ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluk demektir. Biz
bunu sağlamadan ve elde etmeden barışa ve esenliğe erişeceğimiz
kanısında değiliz.
Bugünkü savaşımızın gayesi tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığımızın tamlığı
ise, ancak mali bağımsızlıkla mümkündür. Bir memleketin maliyesi
bağımsızlıktan mahrum olunca, o devletin bütün hayat kollarında
bağımsızlık felçtir.
Çünkü her devlet organı ancak mali kuvvetle yaşar. Devlet bünyesini
yaşatmak için dışarıya müracaat etmeksizin memleketin gelir
kaynaklarıyla idare edilmesi çare ve tedbirlerini bulmak lazım ve
mümkündür.
Bütün dünyanın bilmesi lazımdır ki Türkiye halkı, T.B.M.M. ve onun
Hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez.
Devletler, şimdiye kadar, bize şu ve bu meselelerde gösterişli
müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar, lakin, iktisadi esaretle
bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi,
bizim bazı haklarımızı tanımış gibi vaziyet alırlar, hakikatte iktisaden
elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan mevki sahipleri
kimseler memnundu. Çünkü görünüşte büyük bir bağımsızlık sağlamışlardı.
Fakat gerçekte ise ulusu manen miskinlik çukuruna atmışlardı.
Bunlar, iktisadi mahkumiyeti anlamayan bedbaht hayvanlardı..” diyordu.
TERCİH
Bu bilinçle, devlet desteğiyle sanayileşme hamlesine girişildi. Sanayi-i
Teşvik Kanunu çıkarıldı. Devletin kısıtlı olanaklarıyla tüccar ve
sanayicilere her türlü olanak tanınarak yardım edildi. Genç Cumhuriyet
milli bir ekonomi politikası oluşturmak, milli bir burjuva sınıfı
yaratmak kararındaydı. Ancak, tüccarlar ne milli olabildiler, ne de
burjuva. Para kazanmak için kolay yolları seçtiler, sanayi yatırımı
yerine ithalatçılığı işbirlikçiliği tercih ettiler. Atatürk ve ulusal
bağımsızlığa inanan kadronun engellemelerine, millileştirme
politikalarına rağmen, devlet yardımlarıyla palazlanan iş adamları,
giderek yabancı sermaye ile ortaklıklar kurmaya yöneldiler.
Azınlıklara, kompradorlara, Levantenlere karşı; “milli” olmalarına
rağmen; genel olarak ülkedeki üretici güçlerin son derece düşük düzeyde
olması; feodal yapının hakim olması ve devrimci bir yoldan feodalizmin
tasfiye edilememiş/edilmemiş olması, onların emperyalizme karşı kesin
bir tavır alabilmelerini engelliyordu. Aksine, emperyalizmle yeni bağlar
kurma arayışına yöneliyorlardı. Önceleri, batı finans kapitalinin
acenteliklerini alan bu kesimin bir kısmı, biraz palazlanınca, ancak
güçsüz ortaklıklar kurabildiler.
Emperyalist güçlerle daha yakın işbirliği için can atan bu kesimin
önündeki en büyük engel olan Atatürk’ün ölümünden sonra emperyalistlerle
ekonomik ilişkiler daha da derinleşti.
Savaş alanında kazanılan bağımsızlık, giderek ekonomik bağımlılığa
dönüşmeye başladı.
Bu “bağımlılık” siyasete de yansıdı. İşbirlikçiler siyaset sahnesinde de
yeniden boy gösterdiler.
Amerikan Mandacılar, İngiliz Muhipleri yeniden meydanlara çıkmaya
başladılar.
MİLLİ ŞEF
Türkiye’de karşı devrim ve Amerikan emperyalizmi ile işbirliği
politikası, ülkenin bağımsızlığından ödün verme girişimleri,
aydınlarımızın birçoğunun ileri sürdüğü gibi 1950’den sonra DP
iktidarıyla birlikte değil, Atatürk’ün etkisinin kaybolmasıyla başladı
ve DP iktidarı ile ivme kazandı.
Atatürk’ün ölümünden sonra, Genelkurmay Başkanı Feyzi Çakmak ve Başbakan
Celal Bayar’ın yol vermesi ile İsmet İnönü değişmez Milli Şef oldu.
Mustafa Kemal etrafındaki gençler darmadağın edildi. Mustafa Kemal’in
Nutuk’unda nedenlerini açıklayarak uzaklaştırdığı kişi ve paşalar, İsmet
İnönü’ce yüksek görevler verilerek geri çağrıldı. 1922-1938 yılları
arasında yapılan tüm olumsuzluklar Mustafa Kemal’in sırtına yıkılarak,
“olumluluklarla dolu Milli Şef” yaratılmaya çalışıldı. Mustafa Kemal’in
iç ve dış siyasetinin tam tersine doğru doludizgin gidilmeye başlandı.
Emperyalizmin ülkeye girişi, iktidardaki işbirlikçilerinin çıkardığı
yasalarla kolaylaştırıldı. Ülke emperyalist tekellerin rahatlıkla at
oynatabileceği bir alan haline getirildi.
12 Kasım 1942'de azınlıklar üzerinde Varlık Vergisi görünümünde terör
estirildi. 6-7 Eylül 1955’in küçük provaları yapıldı.
Türk-Alman Saldırmazlık Antlaşması
Mustafa Kemal aşırı milliyetçiliğe taviz vermediğinden Türk Ocakları’nı
kapatmıştı. İsmet İnönü liderliğindeki CHP, yönlendirdiği basın
organlarıyla ırkçılığı azdırdı. Nihal Atsız’ın ideologluğunu yaptığı
akımlara, aynı 1970 ve 1980’lerde Demirel’in yaptığı gibi tam destek
verdi.
İkinci Dünya Savaşındaki uyguladığı tutarsız siyasetle, İstiklal
Savaşı’nda Mustafa Kemal’in tam destek aldığı Sovyetler Birliğiyle
ilişkiler bozuldu.
2. Dünya Savaşı sonrası Faşist Almanya Savaşı kaybetmişti. Faşizm
Almanya’nın elinden alınarak Amerika’nın yeni Küresel Faşizmine kısaca
Emperyalizmine dönüştü.
İsmet İnönü’nün CHP’si 180 derece çarketti. Almanya yerine tercihi
Amerika oldu. 12 Eylül 1980 öncesi MHP’li gençlerin kullanılıp ardından,
solcularla aynı işkencelere maruz bırakılması gibi; Türkçü - Turancı avı
başlatıldı. 1944 tevkifatı ile tutuklanan ve işkence görenler arasında
Başbuğ unvanını alacak Yüzbaşı Alpaslan Türkeş de vardı.
SAVAŞ-TEK EKSİK
23 Şubat 1945 yılında, Türkiye-Amerika arasında ikili yardım antlaşması
imzalandı. Bu anlaşmaya göre:
.... ABD Hükümeti T.C Hükümetine devir ve tedariklerine yetki vereceği
savunma maddelerini, savunma hizmetlerini ve savunma bilgilerini vermeye
devam edecektir... buna karşılık... Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti
sağlayabilmekle vazifeli bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri,
hizmetleri, kolaylıkları veya bilgileri ABD’ye temin edecektir.
(ABD bu anlaşmaya dayanarak Türkiye toprakları üzerinde uzun süre Türk
Generallerinin bile giremediği üs ve tesisleri kurmuştur. Türkiye’nin
bilgisi dışında Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için bu üs ve
tesisleri kullanarak masum halkların üzerine bombalar yağdırmıştır.
Türkiye’yi ve Türkiye halkını komşu ülkeleri ve halkıyla düşman haline
getirmiştir.)
Aynı gün Almanya ve Japonya'ya savaş ilanı TBMM'de oybirliği ile kabul
edildi. Çünkü birkaç gün önce Yalta'da toplanan Üç Büyükler (İngiltere,
Amerika, Rusya), Birleşmiş Milletler Anayasası'nın hazırlanması için bir
komisyon kurulmasına karar vermişlerdi. 1945 Nisan'ında milletlerarası
teşkilatı kuracak olan Birleşmiş Milletler Konferansı, San Francisco
şehrinde toplandı. Konferansa katılabilmek için ilk şart, 1 Mart 1945'e
kadar Almanya ve Japonya'ya savaş açmaktı. İkinci şartta çok partili
sisteme geçilmesiydi.
Bu vecibesini yerine getiren Türkiye, 26 Haziranda, San Francisco'da
Birleşmiş Milletler Antlaşmasını imzalayarak üyeliğe kabul edildi.
Cumhurbaşkanı İnönü 1 Kasım’da TBMM, açış konuşmasında "...Tek eksiğimiz,
Hükümet Partisinin karşısında başka parti bulunmamasıdır." diyordu.
ABD’nin tavsiyesiyle “o tek eksik” de gideriliyordu.
ÇOK SAĞ PARTİLİ SİSTEM-AMERİKAN DEMOKRASİSİ
Köprülü, Bayar, Koraltan ve Menderes
3 Aralıkta 1945 günü Celal Bayar, CHP Genel Sekreterliği'ne gönderdiği
kısa bir yazı ile CHP’den istifa etti. 7 Ocakta (1946) Demokrat Parti
kuruldu. 8 Ocakta Parti kurucuları, Ankara'da bir evde yaptıkları
toplantıda, Demokrat Parti Başkanlığına Celal Bayar'ı seçtiler.
Demokrat Partinin kurulmasıyla birlikte çok partili yaşama “Amerikan
Demokrasisi”ne geçildi. Böylece, halkı dışlayan, ama halk adına
söylemleriyle “umutlandıran” sözüm ona muhalefet de sahnede “rol” almış
oldu. Türkiye’nin batıya verdiği “demokrasiye geçiş” sözü de yerine
getirildi.
Ne var ki, ne çok partili yaşam, ne de genel oya dayalı seçim sistemi
Türkiye’de “Gerçek Bir Demokrasinin” yerleşmesine hizmet edebildi.
Feodal kalıntıların büyük ölçüde siyasi ve ekonomik nüfuzlarının olduğu
ülkemizde genel oy; bey, ağa, şeyh, tefeci vb. gibi hakim sınıfları
tasfiye edecek yerde onları güçlendirdi.
İşbirlikçiler, feodal beyler, tarikat şeyhleri, tüccarlar, bürokratlar
“özgürdüler” artık. Partiler kurdular. Partiler kurdurdular. Partilere
üye oldular. Ülke siyasetine egemen olmak için zaman zaman birbirleriyle
uzlaştılar, zaman zaman “özgürce” mücadele ettiler.
Amerikan’ın istediği Demokrasi değildi. Çok partili sistemdi. Sol’un
temsil edilmediği, işçi sınıfının siyasi örgütlenmesine izin verilmediği,
sol partisiz, birden fazla sağ partili sistem.
Özgürlük Türkiye halkından ve emekçilerinden esirgendi. Onlar ancak sağ
partilerde figüran olabilirlerdi. Figüran olmak istemeyen, rol almak
istemeyenler vatan hainiydi ve icaplarına bakılmalıydı. İcaplarına
bakıldı da.
Türk dış politikasında Amerikancı yönelime karşı çıkan, Mustafa Kemal’in
Tam Bağımsızlık ilkesini savunan solcu kesime, hürriyet ve demokrasi
düşmanı ilan edilerek, hürriyet ve demokrasi düşmanlarına hürriyet yok
demagojisi ile ağır baskılar uygulanmaya başlandı.
TAN MATBAASI
“Nâzım'ın "Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim" diye başlayan şiiri, 1946
yılındaki Tan Matbaası baskını"nın ardından yazılmıştır.
"Komünistler" dedikleri o dönem; Tan gazetesi ve Görüşler dergisinde
demokrasi isteyen Zekeriya ve Sabiha Sertel'dir.
İşin ilginç yanı, aynı dönemde tek parti iktidarından kurtulmak isteyen
Demokratlar da onlara katılmış ve bir demokrasi cephesi oluşturulmuştu.
“Görüşler in yazı kadrosunda Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Adnan
Menderes'in adları, Aziz Nesin, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar'la yan
yanaydı.
O gün İstanbul Üniversitesi'nde birileri, elde Vatan gazetesiyle
derslere girip öğrencilere "Kalkın ey ehl-i vatan" diye bağırdı.
Az sonra bütün okul Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı. Yürüyüşe
geçmeleriyle sayıları 10 bine ulaştı. Ellerinde Atatürk ve İnönü
resimleri ve Zekeriya Sertel'e bakılırsa arkalarında tek parti
iktidarının desteği vardı. Doğruca Cağaloğlu'na, Tan matbaasına
yürüdüler. Saat 10.00'da taşlamalarla başlayan saldırı, sopalarla
binanın camlarının kırılmasıyla sürdü. Sonra gençler matbaaya girdiler.
Ne var ne yoksa yağmalayıp, baskı makinelerini parçaladılar. Daktiloları,
masaları, telefonları, kurşun harfleri pencerelerden attılar.
Polis seyretti.
İşlem bittiğinde Tan matbaası bir harabeden ibaretti.
Son yağmacı binanın üzerine bir Türk bayrağı dikti.
Ve gençler kâğıt bobinlerinden bir beyaz halı oluşturarak saldıracakları
diğer kitapevlerine doğru yürüdüler.
Saldırıyı tetikleyen Hüseyin Cahit, ertesi gün olayları "Milli Türk
mukavemeti" diye niteleyecekti. (Basından)
HOŞGELDİNİZ- BACADAN
1938'den 1944'e kadar aklına hiç demokrasi uygulamasına geçmek gelmeyen,
İsmet İnönü’nün CHP si dış ve iç zorlamayla çok partili sisteme geçmek
zorunda kaldı.
Atatürk’ün halkı örgütleyerek başlattığı, ulusal kurtuluş savaşıyla
kapıdan attığı emperyalistler ve işbirlikçileri; kılık değiştirerek
“bacadan” giriyorlar ve ne yazık ki Mustafa Kemal’in kurduğu partiye
bile hakim olabiliyorlardı. Bir anlamda tahterevallinin iki ucuna da
yerleşiyorlar, hangi parti iktidara gelirse gelsin, kendileri hem
iktidar, hem de muhalefet görevlerini yerine getirebiliyorlardı.
“Amerikan Demokrasisi” Türkiye’de de perdelerini açıyordu.
Amerika’nın tüm dünyaya yaydığı “demokrasi” havariliği ve “refah devleti”
imajına ilişkin yoğun propagandalar sonucu, Amerika ile girişilen sıkı
ilişkiler halkta refah geliyor, demokrasi geliyor sanılarak sevinçle
karşılanıyordu.
5 Nisan 1946 tarihinde USS Missouri adlı Amerikan zırhlısının İstanbul’a
gelişi büyük olay oldu. İstanbul’un caddeleri yıkandı. Genelevler dahil
binalar boyandı. Amerikan denizcilere otobüs ve tramvaylarda ücretsiz
seyahat etme olanakları sağlandı. Kabataş Camii’nin minarelerine
İngilizce, Üsküdar Camii’nin minarelerine Türkçe “HOŞGELDİNİZ” mahyaları
bile kuruldu.
9 Nisan 1946’da Amerika, Türk Hükümetinin istediği 500 milyon dolar
borcu, şu şartla kabul ediyordu: Türkiye’ye gelecek bir Amerikan heyeti,
verilecek paranın nerelere harcanacağına karar verecek ve ABD onayı
olmaksızın bu para başka amaçlarla kullanılmayacaktı. Hükümet bu onur
kırıcı şartı kabul etti.
AÇIK OY-GİZLİ SAYIM
21 Temmuz 1946’da muhalefetin de katıldığı ilk tek dereceli genel seçim
yapıldı. CHP: 396, DP: 61, Bağımsız: 7 milletvekili kazandı.
1946’da İsmet İnönü’nün seçimleri “açık oy- gizli sayım”la yaptırması,
ortalığı karıştırdı. Milli Şef Demokrasi’ye geçecektir ama kendisi
iktidarda kalmak şartıyla. Bu demokrasi kültürü İsmet Paşa’da ve
havarilerinde değişmez anlayış olarak kalacak ve tarihe “altın harflerle”
geçecektir. 27 Mayıs ve sonrası silah zoruyla kurulan Hükümet
uygulamaları bunun diğer tipik örnekleri olacaktır. CHP içinden çıkan
diğer partilerde bu kültürden nasiplerini alacaktır. Sadece muhalefette
iken “demokrasi” diyecek, iktidara geldiklerinde tüm dediklerinin aksini
uygulayacaklardır.
5 Ağustosta TBMM açıldı. İnönü 451 Milletvekilinden 388'inin oyu ile
tekrar Cumhurbaşkanlığı'na seçildi. Başbakan Saraçoğlu istifa etti.
Recep Peker, yeni kabineyi kurmakla görevlendirildi. TBMM Başkanlığı'na,
379 oyla Kazım Karabekir seçildi.
BARIŞ GÖNÜLLÜSÜ
27 Aralık 1946 tarihinde ABD ile eğitim ve kültürel işbirliğini içeren
Fulbright Anlaşması imzalanır.
Fulbright Komisyonu; yönetim kurulu, sayman ve genel sekreterlikten
oluşmaktadır. Yönetim Kurulunun onursal başkanı Amerika Birleşik
Devletleri’nin Türkiye Büyükelçisidir. Yönetim Kurulu dördü Türk, dördü
Amerikalı sekiz üyeden oluşur.
• öğretim görevlilerinin değişimi
• yüksek öğrenim araştırma bursları
• Humphrey bursları (yöneticiler için )
• ortaöğretim öğretmen değişim programı
• yabancı dil öğretim asistanlığı..vb
gibi uygulamalar bu anlaşma çerçevesinde yapılmaktadır.
Anlaşma görünüşte, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları
arasında karşılıklı anlayışı, kültürel değişim yolu ile güçlendirmeyi
amaçlamaktadır. Bu amaca varmak için kullanılan araç, Türk ve Amerikan
vatandaşlarının Türkiye’de ve Amerika’da ders vermeleri ve öğrenim ve
araştırma yapmaları için burslar verilmesidir.
Uygulama sonucunda, barış gönüllüsü adı altında yüzlerce Amerikalının
halkımıza, köylülerimize ve gençlerimize; eğitim vermek ve araştırma
yapmak için, yurdumuzun en ücra köşelerine kadar yayılmasını, casusluk
faaliyetinin yapılmasını ve tek taraflı Amerikan kültürünün temellerinin
ülkemize atılmasını getirmiştir.
FARK ETMEZ
Aynı şekilde Türkiye’den seçilen genç beyinler ABD’ye gönderilerek
Amerika’da eğitilmişlerdir. Ülke topraklarımızdan atılan emperyalizm,
seçilen genç beyinlerin içinde geri dönmüştür.
Fulbright Anlaşması çerçevesinde Amerika’da eğitim görenlerden biri de
ajan Mahir Kaynak’tır.
Mahir Kaynak 1996 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanmış anılarında
bu konuda şunları anlatır:
“1967’de bir profesörün teşvikiyle Fulbright Bursuna başvurdum. Talebin
kabul edildiğini bildirdiler. Objektif olarak bu bursu alabilecek
konumda olduğumu bilmeme rağmen, istihbarat görevimin bunu
kolaylaştırmış olabileceği şüphesini hep taşıdım.
ABD’nin ya da başka herhangi bir ülkenin verdiği bursların sırf
azgelişmiş dedikleri ülkelerin insanlarını yetiştirmek amacına yönelik
olmadığını, bunun siyasi bir boyutu olması gerektiğini düşünüyorum.
Teşkilatın tavrını öğrenmek istedim. Acaba böyle bir seyahat görevimi
olumsuz etkiler miydi? Cevap ‘hayır’dı. Orada bir teklifle karşılaşırsam
ne yapmalıydım?
Cevap, uygun olanı yap, bizim için fark etmez oldu!”
SOĞUK SAVAŞ-TRUMAN
12 Mart 1947’de ABD Başkanı Harry S. Truman Amerikan Kongresinden,
Sovyetler Birliği’nin baskısı altında bulunan Türkiye ve Yunanistan’a
toplam 400 milyon dolarlık bir yardımda bulunulması ve devletlerin sivil
ve askeri personeline ABD’de eğitim verilmesi için yetki istedi ve bu
yetkiyi aldı.
Truman Doktrini, 2. Dünya Savaşı sonrası yeni bir dönemin başlangıcının
da ip uçlarını veriyordu. Nazi Almanya’sının yenilmesi ile birlikte,
Sovyetler Birliğiyle yapılan işbirliği de sona erdi. Sovyetler Birliği
artık düşmandı.
İşbirliği yerini Soğuk Savaşa, Doğu-Batı bloklaşmasına bırakmıştı.
Truman Doktrini’ne göre; Sovyetler Birliği kuşatılmalı, Avrupa’ya doğru
genişlemesi ve burada nüfuz kazanması önlenmeliydi. Türkiye ve
Yunanistan bu amaca uygun koşulları taşıyan iki ülke idi.
Bu iki ülke, Amerikan çıkarları doğrultusunda ve bu çıkarları korumak
için özellikle askeri bakımdan güçlendirilmeliydi. ABD kongresinden
çıkan toplam 400 Milyon dolarlık yardımın 300 milyon doları Yunanistan’a;
100 milyon doları Türkiye’ye verilecekti.
IMF-ŞİRKETLER
Ancak ABD’nin şartları vardı.
1- Bu yardımlar ABD başkanının bilgisi ve onayı ile yardımın amaçları
çerçevesinde kullanılacaktı. (bu çerçeve elbette yalnızca ve sadece ABD
çıkarları idi)
2- Bu yardımın bu amaçlara uygun olarak kullanılıp kullanılmadığının
denetlemek için ABD tarafından gönderilecek yetkililere bilgi verilecek;
Amerikan basın ve radyo temsilcilerinin serbestçe inceleme yapıp, bilgi
toplanmasına engel olunmayacaktı.
3- ABD Başkanı bu kanunun amaçlarının gereği gibi gerçekleştirilmediğine
ya da gerçekleşme imkanı kalmadığına karar verirse yardıma son
verilecekti.
12 Temmuz 1947 tarihinde Türkiye’ye yapılacak Amerikan yardımına ilişkin
antlaşma imzalandı. Anlaşmayla birlikte Türkiye egemenlik haklarının
devri ile ilk tavizlerini vermeye başladı. Anlaşmaya göre, eğer ABD
Başkanı yardımla ilgili herhangi bir konuda Türkiye hükümetinin
mevzuatını yeterli bulmuyorsa ya da o öyle görüyorsa "şu şekilde kanun
çıkarın" diyecek ve biz de anlaşma gereği o şekilde kanun çıkartacaktık.
1946'den başlayarak, emperyalizm ülkemize IMF olarak, yabancı şirketler
olarak girdi. IMF, Dünya Bankası, OECD gibi finans kuruluşları;
Phillips, Ford, MAN, General Electric, ITT, Kamatsu, Caterpillar, Mobil
vb. gibi tekeller günlük yaşamımızın ayrılmaz birer parçası haline
geldiler. Yaptıkları yatırımlarla ekonominin denetimini eline geçirerek,
yarattığı işbirlikçileriyle sömürünün, baskının, işsizliğin, açlığın ve
yoksulluğun kaynağı oldu.
ASKERİ ÜSLER
Truman doktrini Akdeniz‘in doğu kısmında askeri üslerin kurulmasını da
öngörmekteydi. Truman doktrininin tamamlayıcısı ve devamı olan ABD
Dışişleri Bakanının adı ile anılan “Marshall” planı ile birlikte Amerika
sosyalist ülkelere; Yakın ve Ortadoğu’daki ulusal kurtuluş savaşlarına
karşı geliştirdiği “soğuk savaş” mücadelesinin temellerini de atmaya
başladı.
Soğuk savaşın başlamasıyla birlikte Türkiye; Amerikan emperyalizminin
ileri karakolu olarak belirlendi. Amerika, Doğuda gelişen Sovyetler
Birliği'ne karşı yakın olmak ve Türkiye’den burayı denetim ve kontrol
altında tutmak amacıyla ve özellikle de coğrafi konumundan dolayı
Türkiye’yi seçmişti. Amerikan yardımları Türkiye’nin kara kaşı, kara
gözü için değil, Amerika’nın doğu, yakın-doğu ve orta-doğudaki
çıkarlarının korunması için verilmişti.
13 Mart 1947 tarihli gazetede bir müjdeli haber!!! yayınlanıyordu.
“Başkan Truman, seçkin bir Türk ve Yunan personelinin talim ve terbiyesi
için yetki istedi.” Büyük Amerika personelimize talim ve terbiye
verecekti. Ne için ?
Niçini belliydi. Nitekim 1 Nisan 1947 tarihli New York Herald Tribune
gazetesinde şunlar yazılmaktaydı :
Türkiye ve Yunanistan’ı gerçekten yardıma muhtaç oldukları ya da
demokrasi modeli teşkil ettikleri için seçmedik. Bu ülkeleri Sovyetler
Birliği’nin kalbine ve Karadeniz’e açılan stratejik kapılar olarak
seçtik.
Truman Doktrini ve Marshall Planı ile emperyalizm ülkemize geri gelmişti.
SEVİNÇLİ OLAY-ZİNCİRLİ HÜRRİYET
Sosyalistler daha o günden “yardım”ın gerçek amacını ve Türkiye’nin
geleceğini nasıl karartacağını görüyor ve karşı çıkıyorlardı.
“Zincirli Hürriyet” dergisinin 5 Şubat 1948 günlü sayısında Doç. Dr.
Mehmet Ali Aybar bu anlaşmayı şöyle değerlendiriyordu:
“ .. Amerikan yardımını, bir kere bizi şimdiden istiklalimizden mahrum
edeceği ve Amerikan himayesi altına koyacağı için istemiyorum. Yardımın
şartları malüm: Amerika Cumhurbaşkanından tutun da derece derece ta
Amerikan radyo ve gazete muhabirlerine kadar birtakım yabancılar
yardımın yerinde kullanılıp kullanılmadığını kontrol etmek bahanesiyle
bizim içişlerimize müdahale edecekler.”
İsmet Paşa ise tam tersini söylüyordu “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin
memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk
duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk
candan alkışlamalıdır.”
Türkiye 3 Nisan 1948’de Avrupa Ekonomik işbirliğine katıldı.
4 Temmuz 1948’de de; Marshal planı çerçevesinde “Türkiye-ABD İktisadi
İşbirliği Anlaşması” imzalandı. 8 Ekim 1948 Türkiye ilk kez Dünya
Bankası’na 50 milyon dolar borçlandı. O zaman 1 Dolar 1 Türk Lirası
değerindeydi. İlk borçlanma gerçekleşmiş, “Amerikan yardım programı“
ağını örmeye başlamıştı.
Böylece, Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü önderliğindeki
CHP hükümetlerinin, ABD ile yaptığı ikili antlaşmalarla ülkemiz ABD
emperyalizminin boyunduruğuna sokuldu.
ÖZGÜRLÜK- İŞKENCE OKULLARI
Bugün olduğu gibi o gün de Amerikan emperyalizmi, dünyaya ve Türkiye’ye
“özgürlük” götürmek için canla başla çalışıyordu. “Özgürlükleri”
garantiye almak için büyük çabalar harcıyordu. Ancak bu “özgürlük”
herkes için farklı anlamlar ifade ediyordu. Özgürlük denince, Batı
hayranı bazı aydınlarımız için düşünme özgürlüğü, dindarlarımız için
ibadet özgürlüğü, tüccarlarımız için “ticaret” özgürlüğü akla geliyor ve
sempati ile karşılanıyordu.
Emperyalizm için ise tılsımlı “özgürlük” sözcüğünün arkasına gizlenen
“soyma, sömürme, hüküm altına alma, güce başvurma” özgürlüğü idi. Asıl
bu “en önemli özgürlük” garanti altına alınmalıydı. Emperyalizmin bu
“özgürlülüğüne“ karşı çıkacak, uluslar, yönetimler, insanlar kontrol
altına alınmalı, yönlendirilmeli, direnenler etkisiz hale getirilmeli ve
yok edilmeliydi.
Bunun için bazı mekanizmalara, bazı merkezlere ihtiyaç vardı. Tüm
ülkelerde bu işlemleri yürütecek, organize edecek görevliler,
işbirlikçiler gerekiyordu. Gerekirse istenmeyen yönetimleri devirecek
darbecilere, darbe ortamlarını yaratacak provokatörlere, direnenleri
etkisiz hale getirecek sorgu merkezlerine, işkencecilere ve bunları
eğitecek yönlendirecek üslere gereksinim vardı.
ABD emperyalizmi, öncelikle Latin Amerika’yı, büyük bir deney alanı
olarak kullanarak, bölgeyi çeşitli yöntemlerle ele geçirdi. Darbe
yöntemlerini kuramlaştırdı.
DARBE- İMALAT VE İTHALATÇI
Amerika ilk darbe okulunu (Fort Gullic’i) 1946 yılında Panama’da kurdu.
Güney Amerika'daki bütün faşist katilleri, işkencecileri, darbecileri,
bu okulda yetiştirdi. Bu “okul” daha sonra ABD’ye, Fort Benning’e
taşındı.
Georgia eyaletinin Fort Benning kasabasındaki bu askeri eğitim tesisinde:
Latin Amerika ülkelerinin yönetimlerine ‘demir yumruk’ asker ve polisler
yetiştiriliyor. Guetamala, El Salvador, Kolombiya, Nikaragua, Honduras
gibi ülkeler, bu askeri tesiste eğitilen nice subay ve polis şefinin
‘marifeti’ ile faili meçhul cinayetler, işkence, bombalama, adam kaçırma,
suikast gibi ‘terörist’ eylemle tanışıyor ve bu ülkelerin
‘demokrasi’lerinde sık sık yaşanan iniş ve çıkışlarda, Fort Benning
mezunları, hatırı sayılır bir rol oynuyorlar.
ABD hükümetinin işlettiği bu okulun adı, yakın bir zamana kadar
‘Amerikan Ülkeleri Mektebi’ (School Of Americas) ya da kısaca SOA’ydı.
Ancak Senato’daki yoğun tartışmalar ve bu okulun faaliyetlerine ilişkin
soruşturmaların ardından, 2005 Ocak ayından itibaren, aynı binada ‘Batı
Yarımküresi Güvenlik İşbirliği Enstitüsü’ (Western Hemisphere Institute
for Security Cooperation) ya da WHISC adı altında çalışıyor. 1946
yılından bu yana 60 bin Latin Amerikalı subay ve polisin eğitim gördüğü
bu askeri eğitim tesisi, bakış açınıza göre ‘eli kanlı teröristlerin
eğitim kampı’ ya da ‘demokrasi bekçisi, vatansever subay ve polislere
Amerikan hükümetince gereken eğitimin verildiği bir askeri enstitü’
sayılıyor.
“Okul”da, işkence, darbe, katliam, sabotaj ve provokasyon öğretiliyor.
Her türlü “darbe imalat ve ithalatçıları” yetiştiriliyor.
Bu okullarda yetişen katiller, darbeciler, işkenceciler, tüm “müttefik”
ülkelere “NATO” ülkelerine “uzman” ve “eğitimci” olarak gönderiliyor.
Merkezi emir-komuta zinciri içerisinde bu ülkelerde de benzer
mekanizmalar oluşturuluyor ve çeşitli bağlarla birbirine bağlanıyor.
Bu bağlardan en önemlisi CIA. Washington’dan dünyanın bütün
başkentlerine CIA ve diğer istihbarat örgütleri arasındaki ilişki
sayesinde bir iletişim ağı kuruluyor. ABD cani, katil, suikastçı,
provokatör, sabotajcı, işkenceci ve darbecileri yetiştiren okullardan
çıkan adamları vasıtasıyla, gerektiğinde devlet terörü ile bir bakıma
gözetim altında tutuyor dünyayı.
NATO da bu bağlardan biri. Brüksel'deki SHAPE Karargahı'nda (NATO
Müttefik Baş Kumandanlığı) ACC denilen bir örgüt var. Bu örgüt; NATO
ülkelerindeki Allied Coordination Center (Koordinasyon Merkezi),
ACC'lere kumanda ediyor.
Bu konuda ABD Genelkurmay eski başkanı Oramiral William Crowe bakın ne
diyor.
“Biz müttefik ülke subaylarına ABD'de eğitim görmeleri için askeri
kurslar veririz. Bu kursların amacı tabii ki bu ülkelerin orduları,
askeri ve siyasi lider kadroları üzerinde etki sağlamaktır.”
OKULDAŞLAR
İşte, bu okullardan yetişmiş, her biri ülkelerinde ABD çıkarları
doğrultusunda faşist rejimler kurarak on binlerce insanı katleden
isimlerin bazıları: Albay Byron Lima Estrada, Guetamala City’de Piskopos
Juan Gerardi’nin 1998 yılında öldürülmesi olayından hüküm giydi.
Gerardi’nin öldürülmesine yol açan eylemi, ülkenin D-2 olarak da anılan
askeri istihbarat örgütünün marifetlerine ilişkin olarak yazılan bir
kitabın yazımına yardımcı olmaktı. D-2’nin başında Albay Estrada vardı.
Söz konusu örgüt, Maya yerlilerine ait 448 köyün terörize edilmesi ve
onbinlerce kişinin “bölücülük” nedeniyle öldürülmesi kampanyasının
arkasında yeralıyordu. Guetamala’da, anılan yıllarda görev yapan Lucas
Garcia, Rios Montt ve Mejia Victores hükümetlerinin bakanlarının yüzde
40’ı School Of Americas (SOA) mezunuydu.
1993 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından gerçekleri araştırmakla
görevlendirilen bir komisyon, El Salvador’da iç savaş sırasında yasadışı
cinayetlerin sorumlusu olduğu saptanan subayların adlarını yayınladı.
Aralarında Roberto D’Aubuisson’un da bulunduğu bu katillerin yaklaşık
üçte ikisi SOA mezunuydu.
Şili’de, Sosyalist Başbakan Salvador Allende hükümetini devirip
‘demokrasi’yi kuran General Augusto Pinochet rejimini ayakta tutan gizli
polisin işlettiği üç toplama kampının elemanları da SOA’nın parlak
mezunları arasındaydı.
Arjantinli diktatörler Roberto Viola, Leopoldo Galtieri, Panamalı Manuel
Noriega ve Omar Torrijos, Peru’lu Juan Velasco Alvarado ve Ekvador’lu
Guillermo Rodrigez gibi ‘demokratik rejim kahramanları’nın da feyz
aldıkları yer hep aynıydı. Fort Benning’deki School of Americas.
İŞKENCE EĞİTİM EL KİTABI
Amerikan Senatörü Daniel Patrick Moynihan 1999 yılında senatoda bir
önerge vererek bu “okulların” kapatılmasını ister :
“60 bin Latin Amerikalı askerin eğitim gördüğü Fort Benning'deki
Amerikalılar Okulu'nu (SOA) inceledim. SOA diplomalı görevliler tüyler
ürpertici eylemlerde bulunuyorlar. Bu okullarda işkence, gasp, suikast
ve insanları kaçırma yöntemleri öğretilmektedir.
1996 yılı Eylül'ünde Pentagon (Savunma Dairesi) “İşkence Eğitim El
Kitabı”nı SOA'nın kullanmasına izin verdi.
Bu kitapta sahte suçlama, şantaj yapma, yanlış bilgilendirme, fiziki ve
diğer işkence yöntemleri SOA'daki görevli personel tarafından Latin
Amerikalı askerlere halkını öldürme, tehdit, özellikle dini çalışma,
sendikalarla diğer çalışma ile yoksulluğu kullanma taktikleri öğretiyor.
Bu Cinayet Okulu yılda yaklaşık 20 milyon dolara mal olmaktadır. Oysa
bizim çocuklarımıza ve insanlarımıza yönelik yatırımlarımız tamamlanmış
değildir. Lütfen SOA'nu Durbin yasa tasarısıyla kapatınız.”
Aynı şekilde Joseph Kennedy de bir önerge veriyor fakat tabii ki bu
önergeler reddediliyor. Gerekçe ise şöyle: “Okulun Latin Amerika
demokrasilerini güçlendirmek için önem taşıdığı...” .
“Okullar” kapatılmaz, ama Temsilciler Meclisi’nde “Kapatıp başka bir
isimle açma” önerisi kabul edilir. İsmi değişir. Artık okulun adı SOA
değil WHISC’tir.
Bu örgütlenmenin uzantılarının, Sovyetler Birliği’nin burnunun dibinde
bulunan ve NATO ön cephesi sayılan Türkiye’de de bulunmamasına imkan
yoktu.
MEDAR-I İFTİHARIMIZ ÖĞRENCİ
Amerikan okullarında yetişenlerden biri de 1960 sonrasının anlı şanlı
başbuğu Alpaslan TÜRKEŞ.
Alpaslan TÜRKEŞ 1948 yılında 16 kişilik bir grupla Amerikan Kara Harp
Akademisi’ne gönderiliyor. Burada 2.5 sene kalıyor. Georgia
Eyaleti’ndeki Piyade Okulunda “gayri nizami harp, gerillaya karşı
mücadele ve gerilla savaşları” konularında eğitim alıyor.
Türkeş bu dönemi şöyle anlatır :
“16 Türk Subayı, Amerika’ya gönderildik. Burada, İngilizce tabiriyle:
Oriyantasyon (Yönlendirme) Kursu’na tabi tutulduk. Canas Eyaletinde 2
Amerikan Kara Harp Akademisi’nde eğitim gördük. Missouri Nehrinin
kıyısında güzel bir kasabaya yerleştik. Önce İngilizce kursları verdiler.
Ardından arazi değerlendirmesi ve hava fotoğraflarının okunması
konusunda eğitim gördük.
Aramızda, Güney Amerikalı Subaylar da vardı. Bolivya’dan, Şili’den,
Arjantin’den gelen subaylarla birlikte kurs gördük. Ardından, Georgia
Eyaleti’nde bulunan Amerikan Piyade Okulu’na gönderildim.
Amerika, birdenbire gözümü kamaştırdı. Kıbrıs ve Türkiye’den başka
hiçbir ülkeyi görmemiştim. İlk defa yurtdışına çıkıyordum. Amerika’daki
staj dönemi bittikten sonra, Türkiye’ye döndüm. Gelibolu’daki birliğime
intikal ettim. Kısa bir süre sonra, Çankırı ‘Gerilla Okulu’na Gerilla
Öğretmeni‘ olarak tayinim çıktı. Yüzbaşı rütbesindeydim; iki buçuk yıl
orada kaldım.
Kurmay Subay sınavı açılınca, o fırsatı yeniden değerlendirdim. Bir defa
daha kazandım ve Kurmay Binbaşı rütbesiyle Kara Harp Akademisinden mezun
oldum. Bu sefer görev yerim, Başkent Ankara idi, Genel Kurmay Başkanlığı
Yayın Şubesine tayin edildim. Aynı şubede Nurettin Ersin (12 Eylül’ün
paşası TÇ) de vardı. O sıralarda, yine Genelkurmay Başkanlığında dış
görevler için sınav açıldı. Sınava girdim, onu da kazandım; bu sefer,
Washington’da, Pentagon’da NATO Türk Temsil Heyeti Üyeliği’ne
atanıyordum.”
Alpaslan Türkeş aldığı diplomanın hakkını fazlaca vermiş, okul sonrası
hayatında hocalarına parmak ısırtacak kadar başarıdan başarıya koşmuştur.
Aferin beklerken 12 Eylül 1980’de, görevine son verilerek bir paçavra
haline getirilmiş; elindeki faşist bayrak Kenan Evren’e verilmiştir. Her
ikisi de Harp Okulu mezunudur. Mustafa Kemal öldüğü sene Kurtuluş Savaşı
veren orduya subay olarak katılmışlardır. Amerikalıların “Bizim çocuklar”
diye belirtmekten çekinmediği; bizce aşağıladığı karakterleriyle 1938 de
subay olurken ettikleri yemine ihanet etmişlerdir. Alpaslan Türkeş,
kendi ifadesiyle “12 Eylül’de fikrini iktidarda, bedenini Askeri Mevki
Hastanesi’nde gözaltında” bulmuştur. Yerini silah arkadaşı Kenan Evren
almıştır. CIA daha onun gibi nicelerini kullanıp atmıştır. Tarihin
çöplükleri kirli kullanılmış mendillerle doludur.
PARA KOKUSU-KİBLE
Amerika yolcuları sadece Amerikan Harp Akademisine gönderilen
subaylardan ibaret değildi.
Atatürk ve arkadaşlarının Genç Türkiye ekonomisini canlandırmak,
“iktisadi devlet teşekkülleri” yanında, ekonominin ve toplumun motor
gücü olmasını düşündükleri “milli burjuva”yı oluşturmak için besleyip
büyüttükleri “tüccarlarımız” da gelişen dünya koşullarını izliyor ve
“rotalarını" oluşan koşullara göre yeniden çiziyorlardı. Keskin
burunları “Özgürlük” ve “Para” kokusunu almış, Amerika yolculuklarına
çoktan başlamışlardı.
“Büyük” işadamımız Vehbi Koç’u kendi ağzından dinleyelim:
“1943 yılındaydık. Savaş uzuyor, bütün Avrupa’yı titreten Alman orduları
Hitler’in durmadan değişen kararları ile yıpranıyor, savaş uzadıkça da
müttefikler zaman kazanıyor, güçleniyordu. Yılın ikinci yarısında bende
şu görüş belirdi: Bu savaşı Amerika ve Müttefikler kazanacak, ticaret
serbest olacak, Avrupa bitkin bir halde, Amerika ile büyük iş yapmak
imkanları çıkacak; iş alanıma giren büyük Amerikan firmalarının
temsilcililiklerini almalıyım. “
Alıyor da.
Önce, Amerikan kolejini, bitirmiş, Amerikan üniversitelerinde ihtisas
yapmış Vecihi Karabayoğlu’nu Amerika’ya gönderiyor.
”Vecihi Bey Amerika’da evinde çalışmaya başladı. Birkaç ay sonra
şirketlerle ilişki kurdu. General Electric, U.S. Rubber, Oliver,
Burrouhs, York gibi büyük firmaların temsilciliklerin almayı başardı”
İş adamlarımız “burjuva” olamadan “milli burjuva“ hiç olamadan, büyük
bir gururla “işbirlikçi” olmayı başarıyorlardı. “Para” ve “güç” kimdeyse,
“hizmet” onaydı. “Paranın” dini, imanı, milliyeti olamazdı. “Mark”ın
saltanatı bitmiş “Dolar”ın saltanatı başlamıştı. “TL“ nin ise “kıymet-i
harbiyesi” kalmamıştı.
Kıbleler değişiyordu. Kapitalistlerin “dini”, “imanı” artık “dolar”dı.
Kıble artık “Almanya” olmaktan çıkmış; doğal olarak “Amerika” olmuştu.
“MİLLİ ŞEF” OUT – “DEMOKRASİ KAHRAMANI” IN
Bu durum Türkiye’nin iç ve dış siyasetini de ister istemez etkiledi.
“Milli Şef” artık “Demokrasi Kahramanı” idi.
2. Adam” İnönü, 1. Adam Atatürk ile birlikte yaptıklarını yadsıyarak,
kapıdan kovdukları emperyalizmi, bacadan tekrar içeri buyur ediyordu.
Mustafa Kemal’in talimatıyla Lozan‘da ülkenin bağımsızlığına imza atan
İsmet İnönü, onun yokluğunda şimdi ardı ardına bağımlılık anlaşmaları
imzaladı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı olanı ne güzel anlatıyor:
…..İkinci meşrutiyet inkılapçılarını, Osmanlı derebeyi artıklarının
kucağına düşürmek için, batılı devletler, kapitülasyonlar manivelasıyla,
ittihatçıların başlarına açtıkları siyasi gailelerden faydalandılar.
Birinci cumhuriyet inkılapçılarımıza siyasi basınç oyunu oynayamayan
aynı devletler, iktisadi hulul politikası yoluna gireceklerdi.
Bunu en feci şekilde belirten jest, Lozan anlaşmasında kapitülasyonların
kaldırıldığı gün Lord Kürzon tarafından yapılmıştır. Lord, salondan
çıkarken koluna girdiği İsmet paşaya; Mutlak istiklal için boşuna
uğraştınız. Bu (baş ve şahadet parmaklarını birbirine sürtüp, göz
kırparak) para bizde oldukça, er veya geç kucağımıza düşecek değil
misiniz? demişti.
Bugün Birinci Cumhuriyet Partilerinin sonuçlarına bakarken ister istemez
o jest gözümüzde büyüyor.
İkinci Meşrutiyet Devrinin Meşhur Partileriyle, Birinci Cumhuriyet
Devrinin Meşhur Partileri arasındaki kader benzerlikleri bu açıdan
insanı şaşırtıyor; Meşrutiyetin “İttihat Ve Terakki Fırkası” birinci
cumhuriyetin Cumhuriyet Halk Partisidir. Meşrutiyetin “Hürriyet ve
İtilaf Fırkası” da Demokrat Partidir.
Meşrutiyette (başka birçok partiler gibi) Hürriyet ve İtilaf Fırkası,
İttihat ve Terakki’den çıkmıştı. Demokrat Partide CHP'den çıktı.
Ve birbirinden çıkmış olmayan partiler sistematik olarak yaşatılmadı.
DP, İtilafçılar derecesinde ihanete sürüklendi. Ama CHP de, Cumhuriyet
İnkılaplarını baltalamakla bu ihanete zemin hazırlamaktan geri
kalmamıştı...
AMERİKAN BAYRAĞINDA YILDIZ OLMA
CHP nin yayın organı ULUS Gazetesinin 11 Ekim 1946 tarihli sayısında
Falih Rıfkı Atay:
“Amerika’nın ne istediğini biliyoruz; hür, eşit ve egemen milletlerin
güvenliğine dayanan, harpsiz ve saldırısız sade ve kanun bağışlama ve
anlaşmaların hüküm sürdüğü bir dünya!
Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih
yıldızını görür” diye yazıyordu.
KADERİNİ BAĞLAMAK
Ya, Mustafa Kemal’in kurduğu CHP’nin dışişleri memuru, genel sekreteri
ve daha sonrada bakanı olan ve dış ilişkilerine yön veren Feridun Cemal
Erkin bakın ne diyor :
Türkiye’ye karşı Amerikan ilgisi Türk milleti tarihinin en önemli
anlarından birinde kendisini gösteriyordu.
Şecaat ve yiğitliğe karşı insiyaki saygı gösteren duygulu ve cömert
Amerikan milleti, uzun asırlar boyunca Türk Milletini Batı medeniyetinin
düşmanı olarak göstermeye uğraşmış olan düşman propagandasının aldatıcı
örtüsü gerisinde değeri bilinmeyen milletin hakiki çehresini sezmeğe
başlıyordu.
Bu karşılıklı buluşma ve tanışma her iki milleti, Amerikan anlayışı ve
teşebbüsü sayesinde, ilişkilerini Şubat 1953’de Kuzey Atlantik
Antlaşması (NATO) sinesinde ittifak bağlarıyla tamamlanan fiili bir
işbirliği zirvesine yükseltmeye sevk edecekti.
Yeniden başlayan sıkıntılı ve hayati yarışmada Türkiye, ancak kaderini
Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlamak suretiyle selamete kavuşabilirdi
.”
İSTİKAMET KÜÇÜK AMERİKA-KOŞAR ADIM MARŞ MARŞ
12 Mart cuntasının başbakanı, o günlerin CHP milletvekili Nihat Erim 20
Mart 1947 de Ulus Gazetesinde yayınlanan demecinde:
“Kati olarak beyan edebilirim ki, Amerika, ileriye süreceği şartları
tespit ederken, ilgili memleketlerin ekonomik ve politik
bağımsızlıklarına en ufak bir gölge dahi düşürmekten ihtimamla
kaçınacaktır” diyordu.
19 Eylül 1949’da da Nihat Erim müjdeyi veriyordu. “ Türkiye küçük bir
Amerika olacak”
Aynı günlerde; 23 Eylül 1949’’da BBC “Irak, İran ve Türkiye’nin
solculuğa karşı polis ve haber alma kuvvetleriyle tedbirler almak için,
birlikte çalışmaya karar verdiklerini” duyuruyordu. Üniversitelerde
solcu öğretim üyeleri takip ediliyor, ilericiler fişleniyordu. Her yerde
“komünist parmağı” aranıyordu.
Bu dönemi kronoloji olarak özetlersek :
7 Eylül 1946 Türk parasında ilk devalüasyon yapıldı
23 Kasım 1946 Bir Amerikan Filosu İzmir’e geldi.
4 Aralık 1946 Sıkıyönetim 6 ay daha uzatıldı.
3 Mart 1947 Truman Doktrini gereğince Türkiye ve Yunanistan’a yardım
yapılması kararlaştırıldı.
11 Mart 1947 Türkiye, Uluslararası İskan ve Kalkınma Bankasına (Dünya
Bankası) ve Uluslararası Para Fonuna (IMF) katıldı.
9 Nisan 1947 Köy Enstitüsü öğrencilerinin enstitü yönetiminde söz sahibi
olmalarına son verildi
12 Nisan 1947 İncelemeler yapmak üzere bir ABD Heyeti geldi.
22 Nisan 1947 Truman doktrini Amerikan Senatosunda kabul edildi.
2 Mayıs 1947 Bir Amerikan Filosu İstanbul’a geldi. Filo komutanları ile
görüşmek için Cumhurbaşkanı İnönü İstanbul’a gitti.
9 Mayıs 1947 Köy Enstitülerinde kız ve erkek öğrenciler ayrıldı. Truman
Doktrini Amerikan Meclisinde onaylandı
20 Mayıs 1947 Köy Enstitüleri kitaplıklarında sakıncalı görülen kitaplar
ayıklandı ve yakıldı.
22 Mayıs 1947 20 kişilik bir ABD askeri yardım kurulu General Oliver
başkanlığında Türkiye’ye geldi.
24 Mayıs 1947 Kara Kuvvetlerinde subay üniformaları Amerikan modeline
göre değiştirildi.
28 Mayıs 1947 Sıkıyönetim 6 ay daha uzatıldı.
14 Haziran 1947 Amerikan İktisadi Heyeti, Türkiye’ye geldi.
12 Temmuz 1947 ABD ile yardım anlaşması imzalandı.
8 Ağustos 1947 Bir grup subay eğitim görmek için ABD’ye gitti.
4 Eylül 1947 Köy Enstitüsü yasasında değişiklik. Yüksek Köy Enstitüsü
kapatıldı.
21 Eylül 1947 Bir Amerikan yardım kurulu geldi.
2 Ekim 1947 ABD Kongre üyesi Mundt Türkiye’deki demokratikleşme sürecini
öven demeci Ulus gazetesinde yayınlandı
5 Ekim 1947 Genel Kurmay Başkanı Salih Omurtak Başkanlığında bir heyet
ABD ye gitti.
31 Ekim 1947 Bir ABD yardım kurulu daha geldi.
31 Ocak 1948 Din konusunda yapılacaklar için Cumhurbaşkanı ve CHP Genel
Başkanı İnönü başkanlığında Şemsettin Günaltay, Tahsin Banguoğlu ve
Nihat Erim toplandılar.
5 Şubat 1948 Mason dernekleri yeniden açıldı.
19 Şubat 1948 Meclis Gurubu’nun okullara din dersi konulmasına ilişkin
bildirisi gazetelerde yayınlandı.
9 Haziran 1948 Toprak ağası Cavit Oral, Toprak reformunu da uygulamakla
görevli Tarım Bakanı oldu.
4 Temmuz 1948 ABD ile Ekonomik ve İşbirliği Anlaşması imzalandı
12 Temmuz 1948 Bayındır Bakanı Nihat Erim, Amerikalı uzmanların
Türkiye’yi topoğrafik, ekonomik ve askeri açılardan incelediklerini
açıkladı.
8 Ekim 1948 Dünya Bankasından 50 milyon dolar kredi alınması için
girişimde bulunuldu.
22 Ocak 1949 Türk Hükümetinin istediği borç için Dünya bankasından iki
kişilik bir kurul incelemelerde bulunmak için geldi.
15 Şubat 1949 İlkokullarda din dersi okutulmaya başlandı.
28 Şubat 1949 IMF heyeti geldi.
31 Ekim 1949 İlahiyat Fakültesi Ankara da açıldı.
1 Mart 1950 Türbelerin açılmasına ilişkin yasa kabul edildi.
14 Mayıs 1950 DP seçimleri kazandı.
İKİZLER- KAYIKÇI KAVGASI
Türkiye o günlerden beri “Amerika” konseptlerine göre yönetilmeye
başladı. Bu politikaların bugün ülkemizi getirdiği yer ve ödenen
bedeller ortada. Ülkenin bağımsızlığından yana olan, ezilen sınıf ve
tabakaların haklarını savunan devrimcilere yönelik yıllardır uygulanan
baskının üzerlerinden adeta bir silindir gibi geçmesinin ülkeye hiçbir
yarar sağlamadığının en büyük kanıtı, işte bugün geldiğimiz nokta. Dışa
bağımlı ve işbirlikçi bir politika... Çürütülmüş ve yozlaştırılmış
toplum yapısı... Yozluğu, yoksulluğu ve yolsuzluğu her gün daha da artan
“düzenbazlar” cenneti bir “düzen”.
ABD güdümlü bu politikaları yıllardır uygulayanlar, iki usta cambaz gibi,
siyaset ipini yıllarca paylaşarak millete ölümlerden ölüm
beğendirmişlerdir. Bu yıkıntının mimarları ortadadır ve er veya geç
hesap vereceklerdir.
Hesap vermesi gerekenlerin, hesap sorması bugün demokrasi kahramanları
gibi sunulması, bu ülkenin talihsizliğidir.
Ülkenin eğitim seferberliğinin, öğretim ve eğitimin köylere kadar
yayılmasını sağlayan Köy Enstitülerini kapatanlar onlardır.
“Sürer eker biçeriz / Güvenip ötesine / Ulusun her kazancı ulusun
kesesine / Toplandık baş çiftçinin / Atatürk’ün sesine / Biz Ulusal
varlığın temeliyiz köküyüz / Biz yurdun öz sahibi / Efendisi köylüyüz”
diyen köylülerin gür sesi 1946 yılında susturulmadı mı? Bunların yerine
hızla ve inatla İmam ve Hatip okulları açılmadı mı?
Ülke aydınları; Pertev Naili Boratav; Behice Boran, Niyazi Mediha Berkes,
Adnan Cemgil, Azra Erhat; solcu oldukları için tutuklanıp,
üniversitelerden uzaklaştırılmadı mı?
Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet Paşalı CHP tarafından başlatılan karşı
devrim, Menderesli DP tarafından daha da hızlandırılarak sürdürülmüştür.
Aralarındaki kavga, kayıkçı kavgasından öteye geçmemiştir.
>>>>altustukler